SON ŞANS | 3.BÖLÜM


3.Bölüm

Ne garip şeydir şu sevmek… Ne garip şeydir âşık olmak. Ne gariptir aşkın mutluluğunda sarhoş olmak varken, acısına ortak olmak. Ne gariptir diz dize oturmak varken, mesafelere tutunmak. Ne gariptir duyguların zehir zemberekken, gönlün deli divane olması. Ne garipmiş ki şu sevmek herkes dayanamıyor. Her mavzer, her kör kurşunun tam kalbine isabet etmesi ne garipmiş…
Acısını bile çekmeye gönüllü olmak mıymış sevmek? Sadece sevdiğini görmek miymiş, yoksa sevdiğinden başkasına kör olmak mıymış sevmek? İçindeki varoluşsal sevginin sadece ona uçması mıydı sevmek, yoksa ondan başkasına verecek sevginin kalmaması mıydı? Her şeyden, herkesten ayrı tutmak mıydı bu duyguları, yoksa saklamak mıydı kalbin en derininde? Aşk belki de yok olmaktı bilinmez bir diyarda. Belki de… Yeniden var olmaktı o saklı dünyada.
Paulo Coelho’nun dizeleri gibiymiş aslında sevmek… Okuduğunda, duyduğunda ‘işte bu benim, bunlar da hislerim’ diyebildiğin şeylermiş. Demiş ki;

“Sevmek; uyuşturucu almak gibidir. Başlangıçta kendini iyi hissedersin, bütünüyle verirsin. Ertesi gün, daha fazlasını istersin. Henüz zehirlenmemiş, o duygudan hoşlanmışsındır ve onun üzerindeki egemenliğini sürdürebileceğini sanırsın. Sevdiğin kişiyi iki dakika düşünür, sonraki üç saat boyunca unutursun. Ama yavaş yavaş onun varlığına alışır, ona bütünüyle bağımlı hale gelirsin. Böylece onu üç saat düşünür, iki dakika unutmaya başlarsın. Yakınında değilse, bağımlıların uyuşturucu bulamadıkları zaman hissettikleri şeyi hissedersin. Uyuşturucu bağımlılarının, gerek duydukları şeyi bulamadıkları zaman hırsızlık yaptıkları gibi, kendilerini aşağıladıkları gibi, aşk için her şeyi yapmaya sen de hazırsındır...”

“Abi… Hadi artık inecek misin?” diye soran Gurur’a dalgınca başını salladı ve spor çantasını alarak arabadan indi. Kongre salonuna girdiğinde başkan ve birçok kurul üyesi onu karşılamıştı. El sıkışarak içeriye girdiğinde gazetecilere gülümsedi. Uzun ve beyaz masada Teknik direktörün yanında yerini aldığında başkan önündeki mikrofona uzanarak açıklama yapmaya başlamıştı. 
“Transfer sezonunu aldığımız iki yeni transfer ile kapattık. Aldığımız iki oyuncudan birisi Erdener Korkut. Sol bek pozisyonu oyuncusu aynı zamanda savunma pozisyonunda da başarılı… Türk vatandaşı olmakla birlikte profesyonel kariyeri zengin… Güney Amerika’nın Şampiyonlar Ligini kazandıran oyuncu oldu, oynadığı kulüplere ve kendi adına bir çok madalya ve ödül, plaket kazandı. Büyük kulüplerde oynama alışkanlığı var. Şimdi... Sorularınızı alabiliriz…”
“Erdener bey, neden diğer takımların teklifini kabul etmediniz?”
“Ailemi ve ülkemi özledim. Alt yapısı sağlam bir takım istediğim için buradayım. Burada olmaktan çok mutluyum, ikinci kez düşünmeden kararımı verdim. Ayrıca tüm ailem Beşiktaş’ı tutuyor ve taraftar grubuna büyük bir sempatim var. Donanımlı ve mükemmeller. Brezilya’dan takip ettiğim tek takımdı diyebilirim.” Diyerek imzayı basının önünde attı ve kendi adının yazılı olduğu ‘07’ numaralı formayı giyerek birkaç poz verdiğinde gülümsedi. Önder ve Afra televizyonun karşısında oğullarını izlerken mutluluktan ağlıyorlardı. Önder gurur duyuyordu oğlu ile.
“Eşek sıpası, büyüdü de transfer oldu ha! Ulan küçükken maçlarda, tribünlerde uyuyordu bu çocuk… Hangi ara sahada ter dökmeye başladı?” diyerek sevdiği kadına sarıldı.
“Ay daha düğününü de göreceğiz hayatım…” diyen Afra gülüyordu. Sevdiği adam ve çocukları ile mutluydu. Onların varlığı ile huzur doluyordu her an, her geçen gün…

**

“Hiç düşünmemiştim böyle bir durumu o ana kadar. Elbette bir bebeğim olacağı için çok mutluydum ama aklımın ucuna bile gelmezdi… Hep uzaktan bakacağım, diğer insanları göreceğim diye düşünürdüm. En korktuğum şey değildi ama hazır olmadığım bir şeydi bu. Biz gibi yürüyemiyorlar belki bazıları, belki konuşamıyorlar, düşünemiyorlar, göremiyorlar. Ancak hepsi bizim çocuklarımız, bizim kardeşlerimiz, annelerimiz, babalarımız...”
Derin bir nefes aldı adam. Düşüncelerinin dudaklarının arasından firar edişiyle biraz daha rahatlıyordu. Gözlerini diktiği kameranın kırmızı ışığı göremiyor gibiydi. Öylesine dalmıştı konuşurken…  
“Dünyaya görmeyen bir çocuk geldi beş yıl önce. Benim çocuğum. Oğlum, canım. Çok güzel bir çocuk doğumhaneden çıkan eşimin kucağında... Gözleri o zaman da kapalıydı, tıpkı şimdi açık olmasına rağmen kapalı olması gibi. Farkında değildik doktorların bazı testler yapıp sonuçlarını bizlere söyleyene kadar. Sadece o vardı. Küçücük elleri ve küçücük kalbiyle... Gözlerinin görmediğini öğrendiğim o an utanmıştım. Evet utanmıştım. Kimin ne dediğini asla umursamayan ve el âlem ne der diye düşünmeyen ben, birden insanlar neler diyecek, nasıl bakacaklar diye düşünmeye başlamıştım. Peki, ben diğer çocuklara nasıl bakacaktım? Yüzümü bile bilmeyen, sevdiği şeylerin nasıl göründüğü hakkında fikri olmayan bir çocuğa nasıl bakabilirdim ki? Üstelik onu eğitmeyi, onunla bu uzun hayat yolunda nasıl ilerleyeceğimi bile bilmiyordum.”
Gözlerini kapatıp gülümsedi birden.
“Ancak sonraları farkına varabildim. Bu özel bir durumdu. Belki de bana bir ödüldü. Nasıl bir baba olabileceğimi gösterebilmek adına bir ödül… Hiçbir şey bilmeyen bir bebeği, zorluklara göğüs gererek bilinçlendirecektim. Sevgimi gözleriyle göremeyecekti ama hissettirecektim. Onun gözleri ben olacaktım, o da benim kalbim. Bu düşünceyle beşinci yılımıza girdik. Benim nasıl bir şeye benzediğim hakkında bir fikri yok ama nasıl birisi olduğum hakkında çok bilgili. Babamı seviyorum, diyor. O benim gözlerim, diyor. Kalbimin böyle düşünmesi beni dünyanın en iyi babası yapıyor…”
Umut önündeki kameranın düğmesine basıp, gülümsedi. Karşısındaki adamı dinlerken duygulanmıştı. Zor hayatları olan bu insanları bir videoya alıp, onlara destek olmak istiyordu. Henüz çocuğu olmayan ya da her anne baba gibi engelli çocuk adayı olan insanları yüreklendirmek için de bir projeydi bu.  
“Çok teşekkür ederim…” diyerek sıradaki veliye geçti. Kadın sandalyesinde dikelip başını kaldırıp, gülümsediğinde Umut tekrar düğmeye bastı.
“Bazı şeyler hakkında mutlaka bir fikrimiz vardır ama bu durum karşısında insanın başına gelmeden bilinmeyen, anlanmayan bir şeydir bu. Bebeğim çok sağlıklı doğdu ancak bir süre sonra rahatsızlandı. Hem fiziksel hem de zihinsel engelli bir çocuk annesiydim artık. Acıktığında söyleyemiyor, ihtiyaçlarını gideremiyor ve en önemlisi bir kez olsun ‘anne’ diyemiyor size. İlk başlarda hep hevesle bekliyorsunuz, anne demesini. Öyle ki çok sonra dank ediyor kafanıza bazı şeyler. Bu defa isyan ediyorsunuz. Dayanamayacak gibi geliyor ilk başlar. Gözleriniz hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi görmüyor ondan başka. Sonra bir bakıyorsunuz, vicdanınız ve merhametiniz size sesleniyor. Acıktığı halde açlığını söyleyemeyen bir çocuğa yemek yedirirken buluyorsunuz kendinizi. Öyle kötü biri olsanız, uğraşmazsınız bile. İnsan yükü ağırdır derler. Her gün, her an onun size ihtiyacı olduğunun farkına varıyorsunuz. Bu defa siz ona yöneliyorsunuz. Neticede onu siz doğurdunuz. Sizden bir can. Size ihtiyacı olan bir can hem de.  Korkmuyorsunuz artık. Hiçbir şey korkutmuyor sizi çünkü siz süper anne oluyorsunuz. Onunla yaşama tutunuyor ve onu kazandırıyorsunuz hayata. Lütfen, engellileri gördüğünüzde onlara sevgi gösterin. Annelerine, babalarına sevgiyle yaklaşın. Çünkü bir anneyi üzen en büyük şey; evladına acıyarak bakılmasıdır.”
Kadının dudakları titreyerek söylediği son sözler, kalbine dokunmuştu Umut’un. Engelli çocukların da başarılı olabileceği, onların da engellerine rağmen kimseden farkı olmadıklarını göstermek adına yapılan bir çalışmaydı bu. Özellikle engelli çocukların aileleri ile görüşüyor ve onların düşüncelerini kayda alıyordu çünkü kimse onlardan daha iyi bilemezdi bu durumu. Başını çevirip kapıdan içeriye giren arkadaşına gülümsedi ve ona yaklaşarak sıkıca sarıldı.
“Canım, hoş geldin. Bizim de çekimlerimiz bitmişti. Şimdi senden dinleyelim…”
“Tabi ki canım, hemen kameraların karşısına geçiyorum…” dediğinde çantasını masaya bırakmış ve sandalyeye oturmuştu. Umut, kameranın düğmesine bastığında göz kırptı ve Evrim konuşmasına başladı.
“Özel eğitim sınıfımda bir öğrencimden bahsetmek istiyorum. Yardımsız yürüyemiyor, birçok şeyi de yardımsız yapamıyor. Ama ne var biliyor musunuz? O sınıfın kapısından içeriye girdiğinde annesinin de kendisinin de gözleri parlıyor. Annesi, onun ötekileştirilmesine üzülüyor, kendisi ise yalnız kaldığı için… Biraz olsun, gülümseyin o insanlara. Ayrıştırmayıp, bir araya gelin. Daha çok ilgilenin o insanlarla. Unutmayın, engeller özgürlüğe engel değildir.”
Umut, gülümseyerek kamerayı kapattı.
“Bu iş sandığımdan daha da güzel olacak. Bu arada o çocukların videolarını da çekecek misin Umut?”
“Evet, dans ederken kayda alacağız. Büyük bir proje olmasını diliyorum ama bakalım… Babam da bu konuda birçok arkadaşı, dostuna haber verdi ama bilemiyorum… Umarım istediğim yankıyı yaratabilirim. Annem de bir dans gösterisi planlıyor,” dediğinde birden arkasından sarılan kollar ile çığlık atmış ve sıçramıştı. Başını çevirip Erdener’i görünce gülümsedi. 
“Yine ne yankısı yapacaksın Umut’um?” dediğinde Evrim gözlerini kısmış, karşısındaki ikiliye bakıyordu. Adam yakışıklı idi ve tavırlarından dolayı sevgili olduklarını düşündü. Birden gözleri irileşti. Tanımıştı adamı. Bu adam sınıfındaki erkek çocuklarından birisinin en büyük hayranı idi. Türkiye’ye geldiğini öğrendiğinde sevinçten ağlamıştı sınıfta. Genzini temizlediğinde ikisi birden Evrim’e döndüler.
“Ben sizi tanıştırmayı unuttum. Erdener, Önder amcamın oğlu… Evrim de benim dostum.” Dediğinde el sıkışmışlardı ve Evrim aklına gelen fikir ile heyecanla konuşmaya başladı.
“Çok memnun oldum. Şey… Sınıfımda bir çocuk sizin hayranınız. Rica etsem bir gün Rehabilitasyon merkezine gelip, onları sevindirir misiniz?” Erdener duyduğu sözler ile başını salladı.
“Tabi, neden olmasın…”
“Bence süper olur. Hatta tanıtım videosunda seni de kullanalım mı kaptan?”
“Ne tanıtımı?” diyen Erdener’i duysa da telefonunun titrediğini hissettiğinde ekrana odaklanmıştı.
“Eve gidince anlatırım. Annem mesaj atmış, yemekler hazırmış. Hadi bakalım, çıkıyoruz!” diyerek çantasını almış ve boynuna şalını dolamıştı. Erdener’in koluna girip kapıya yürürken Evrim ile kucaklaşıp arabaya binmişlerdi.

**

Demokan yatağa uzanmış, önündeki mermi kutularından çıkardığı kurşunları sırayla şarjöre yerleştiriyordu. Silahını parçalara ayırmış ve yağlamıştı. Ermen ise onun önünde bağdaş kurmuş ve Demokan’ın parçalara ayırdığı aparatları tekrar birleştiriyordu. Gurur ve Uraz geniş koltuğa oturmuş, ayaklarını sehpaya uzatmışlardı ve ellerinde oyun konsolları ile araba yarışı yapıyorlardı. Eray ise önündeki meyve tabağındaki mandalinalar ile ilgileniyordu.
“Yarın poligona gidelim mi?” diye soran Çınar’dı. Önündeki tıka basa dolu olan tabaktaki makarnaları mideye indiriyordu. Demokan sırıttı.
“Gidelim. Sen niye bu kadar tatlısın bakayım?” derken sırıyordu.
“Annem bal yediriyor ondan.” Derken bir kahkaha kopmuştu tüm erkeklerden. Eski bir anıydı. Küçükken parktaki teyzelerden birisi Çınar’a böyle sormuş ve Çınar’ın tepkisi de tam da böyle olmuştu.
Aşağı kattan yükselen seslerle hepsi birden odadan çıkmış ve salona ulaşmışlardı. Anneleri, babaları masada yerlerini alırken o kadar kalabalık olmuşlardı ki katlanabilen diğer masanın kanatlarını açıp paralel şekilde yerleştirmişlerdi. Gençler bir masada, yaşlı ama gençlere taş çıkaran güzel bayanlar ve onlara âşık adamlar bir tarafa oturmuşlardı. Umut, hararetle Erdener’e ve diğerlerine projelerini anlatıyordu. Demokan yine sorun çıkarmak istemişti ama kardeşinin böyle hevesle anlatmasından dolayı tüm diyeceklerini geri yutmuştu. Aslında uyarmak, dikkatli olmasını söylemek istiyordu ama biliyordu ki o ne derse Umut tam tersini yapacaktı. Susmayı seçti. Tüm ev halkının masalarında tatlı bir muhabbet, aralarında aşk ve dostluk vardı. Yıllar geçmiş olsa da, onlar vaz geçmemişti.


Yorumlar

  1. Ahh ne tatlılar böyle ya

    YanıtlaSil
  2. Ellerine sağlık canım çok tatlı bunlar

    YanıtlaSil
  3. Yazar, sizi uzun zamandir taniyorum hikayelerinizin bir cogunu kaleminize hayran kalarak okudum, lakin siz her zaman ya bitirip sildiniz ya da sözler verip hikayenizi yarıda biraktiniz. Cok üzgünum

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar